Medeniyetin can damarı: Şarap
Baykal Başdemir*
Başlamadan önce belirtmek gerekir ki; Bir arkeoloğun şarapla ilgili yazısında uzun uzadıya ele alınması beklenen konuları bu metinde okuma şansınız olmayacak. Şarap buluntuları, üzüm çekirdekleri, atölyeler, amphoralar, tarihleme, antik metinler, mitler, analizler ve ekonomik çıkarımlar hakkında detaylı bilgi almak istiyorsanız geniş bir literatür elinizin altında. Ancak bu makale o literatürün bir parçası değildir. Aşağıdaki yazı ile medeniyetin damarlarında şarap denen hayati bir suyun aktığını vurgulamayı umdum. Biraz merak…
İNSANIN YOLCULUĞU
Günümüz insanının var oluş şeklini belirleyen en baskın -muhtemelen tek faktör- doğadır. Doğanın, yani evrendeki canlı cansız tüm varlıkların ortasında biyolojik varlığımızı sürdürme mücadelemiz bizi biz yaptı. Zamana ve dünyaya yayılan insan kültür ve medeniyetlerinin aslında doğa ile olan ilişkimizin sadece farklı biçimleri olduğunu söylemek mümkündür. İnsanın doğa ile olan bu ilişkisini anlatırken doğa ile insanı birbirinden ayrı tutan “doğaya karşı mücadele”, “doğayı kullanmak”, “doğayı yok etmek”, “doğayla uyum içinde yaşamak” gibi sözcüklerin kullanıldığını görmekteyiz. İnsan ve doğa arasında böyle bir ikiliğin olmadığı ortaya çıktı. Zihnimizin prangalarından kurtulmayı başarır ve insanlığa dışarıdan bakarsak, insanın devasa dünyada çırpınan bir zerre olduğunu görürüz. O tahılı bugüne getiren uzun ve gösterişli yolculuktan geriye kalan izleri okuyarak insanlığın “gerçek” hikayesini anlatmak arkeologların işidir.
YOLCULUĞUN HİKAYESİ
Biz arkeologların anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız insanlık tarihinin en heyecanlı, en göz alıcı ve en farklı sahnelerinin kahramanlık destanları, büyük savaşlar ve unutulmaz aşklar olduğu sanılır. Ancak aslında hikayenin bu kadar nadide sahneleri birden fazla karın doyurma çabasından ya da bir sofrada yer almasından ibarettir. Yeme ve içme gereksinimlerimiz, yükümlülüklerimiz ve koşullarımız; kültürlerimizi ve medeniyetlerimizi “inşa ederken” bize rehberlik eden doğal faktörlerin ortasındaki en güçlülerinden biri. Biyolojik zorunluluğun yanı sıra, insan kültür ve medeniyetlerinin ekonomik temelleri de ağırlıklı olarak yeme içme üzerine kuruludur. Medeniyet tarihi bir anlamda yeme içme tarihidir. Yeme-içme anlamında tüketebildiklerimiz ve tüketemediklerimiz, tüketim biçimlerimiz nedeniyle “böyle” olduk. Yani ne yersek oyuz, ne yersek oyuz!
İnsanlığın öyküsünü özetlediğimizde aslında yeme-içme aşamalarımızı sıraladığımızı vurgulamakta fayda var. Avcılık ve toplayıcılık, hikayenin çok uzun girişini oluşturur. İnsanların yiyip içtiklerini “avlayıp topladıkları” Paleolitik Çağ, insanın biyolojik yapısının oluştuğu ve toplumsal yapısının temellerinin atıldığı dönemdir. O zamandan beri iki ayak üzerinde çalışıyoruz, aletler kullanıyoruz, birlikte yaşıyoruz ve işi yapıyoruz. Bunlar neredeyse tamamen bizim yeme içme özelliklerimizdir.
Nispeten, avlanma ve toplayıcılıktan çok kısa bir süre sonra, hikayenin insanın yiyecek ve içeceklerini ürettiği kısmı başlıyor: Neolitik dönem. Yani yeni besin kaynakları, tarım ve hayvancılık, yiyecek depolama, sosyal katmanlar, yiyecek depolayan tapınaklar, devlete giden yol, ekmeğin kutsallığı ve “ekmek savaşı”. Hikâyenin devamında denizaşırı gıda ticareti imparatorlukları, kıtaları aşan tarım düzeni, sanayi devrimi, artık meskenlerde kurulmayan turşular, obezlerin yanında açlıktan ölen insanlar, sosyal medyada pazar kahvaltısı keyfi fotoğrafları. … Kısacası yemeklerimiz hikayemizin ana karakterlerinden biridir.
MEDENİYETİN DAMARLARINDA
Yemek denilince akla ilk gelen yemektir. Bir karbonhidrat kaynağı bulabilen ve depolayabilen kültürlerin karmaşık ve büyük toplumlar oluşturup uygarlaştırabileceğine dair bir genellememiz var. Buğday, pirinç, mısır, darı, manyok, taro, patates ve diğerleri, dünyadaki çeşitli insan topluluklarının temel direkleridir. Medeniyetler gerektiğinde kurulur. Medeniyetleri ana karbonhidrat kaynaklarına göre tanımlamak ve sınıflandırmak da alışkanlığımızdır. Ancak çiğnenip yutulabilen gıdaların yanı sıra yudum yudum yenen gıdalarımız da vardır. İçeceklerimiz, özellikle su, insan beslenmesinin bir parçasıdır. Herkesin bildiği gibi “medeniyetler su kaynaklarının yanında kurulmuştur”. Mavi gezegenimizde su olmadan hayat olmaz. Su içmek için öncelikle gereklidir. Ama tabii ki sadece içmek için değil. Medeniyetler için pek çok işlevi vardır: tarım, temizlik, ulaşım, güç, ritüel, sembol, ses, süs… Su ile ilgili mimari yapılar medeniyetlerin simgesi olmuştur: Mezopotamya su kanalları, Roma’nın su kemerleri, Elhamra Sarayı, Hoover Barajı…
Yaşamak için su içmeliyiz ama su güç vermeyen bir içecektir. Birebir su içmek çok tehlikeli bir uğraş haline geldi. Modern zamanlardan önce, yüzmeyen veya kokmayan su, içilebilecek kadar saf kabul ediliyordu. Bu sebeple atalarımız içtikleri sudan hastalanan, hatta ölen çok insan görmüşlerdir. İçme suyunu elde etmek, taşımak, biriktirmek, süzmek ve temizlemek için ilacımızın yaptıkları saymakla bitmiyor. Ancak meraklı, gözlemci, deneysel, manipülatif ve yaratıcı gruplarımız sadece su ile yetinemezdi. Sudan başka sıvıları keşfetmekte ve icat etmekte hızlıydılar. Sudan daha besleyici olan, su kadar hasta etmeyen sıvılar, ünlü organımız olan beynimize oyunlar oynuyor.
KÖPÜKLÜ GIDALAR
Buldukları pek çok nesneyi ağızlarına alıp yemeye çalışan -bu yolda kurban ettikleri- insanoğlu; Tüm duyularıyla test ederek, hangi seçeneklerin daha kolay sindirildiğini, daha besleyici olduğunu, hangilerinin yiyeni hasta etmediğini ve öldürmediğini sonunda öğrendiler. Ayrıca belirli koşullar altında gıdaların değişimlerini uzun süre deneyimlediler. Kurutulmuş gıdaların daha uzun süre dayandığını, bazı gıdaların suda yumuşadığını, ateşte pişirilen et ve sebzelerin daha yenilebilir olduğunu anladıklarında, insanların gıdaları işlemek için taşla dövmekten daha fazlasını yapmaya başlaması kaçınılmazdı.
Doğada deneyimlenebilecek belki de en sıra dışı yiyecek, fermente edilmiş meyvedir. Alışılmış meyvenin şekli, rengi, dokusu, kokusu ve tadı; fermantasyon sonucu değişir. Köpüren, hafif kokulu, biraz itici bir hal alır. Ancak bu fermente meyve aynı zamanda çok besleyicidir. Fermente meyve ve çiçek nektarları yiyen birçok hayvan var. Böcekler, kuşlar, yarasalar ve diğer memeliler… Güney Asya sincabı bile çok güçlü bir alkol toleransına, fermente nektarı diyetinin temel maddesi haline getiren bir metabolizmaya sahiptir. Elbette diğer hayvanlardan daha az – ve daha çok – sahip olmayan insanlar, geçmişlerinde birçok noktada fermente meyvelerle karşılaşmışlardır. Ve o meyveleri yedi… Sonra fermente gıdalar üretmek için yola çıktı.
Gıdalarımızı mantarlar ve bakteriler sayesinde işlediğimiz fermantasyon, muhtemelen doğa ile yaptığımız ilk ve en büyük işbirliğidir. Fermentasyonu sağlayan mantarlar ve bakteriler, “evcilleştirdiğimiz” ilk organizmalar bile olabilir. Avcı-toplayıcı insanlar için ana tatlı şeker kaynakları meyve ve baldır. Su ile seyreltilmiş meyve veya bal, önce fermente olduğunu gördüğümüz ve daha sonra fermente olmaya başladığımız besinler olmalıdır. Sonra nişastalı yiyecekler, et, balık, süt, sebzeler. Ne bulduysak fermente ettik. Fermantasyonla ortaya çıkan asidik ve alkollü ortam sayesinde yiyeceklerimiz daha saf ve daha uzun ömürlü oldu. Ayrıca birçok besini daha besleyici, daha kolay sindirilebilir ve daha lezzetli hale getirdik. Pamuk gibi kabaran bir somun ekmek, bir parça peynir, birkaç dilim sucuk, çıtır turşu ve tercihinize göre bir bardak ayran, bira veya şarap eşliğinde. İşte fermantasyon sayesinde mümkün olan bir menü…
SONUNDA BİZE KARŞI: ŞARAP
İnsanlar, dünyanın farklı yerlerinde ve zamanlarında, şekeri (ve bitkilerin şekeri depolamak için ürettiği depolama polisakkaridi olan nişastayı) fermente etmeyi birden fazla kez öğrendiler. Daha sonra sayısız gıdanın yapımında kullanıldı. Bu yiyeceklerden bazıları alkollü içeceklerdir. Yani alkol içeren içecekler ve suyun yanında başka bazı hususlar. Alkollü içeceklerden bira ve şarap “coğrafyamızın” iki temel ve kadim içeceğidir. Mezopotamya ve Akdeniz uygarlıklarının damarlarındaki can damarı. Sümerlere göre, vahşi adam Enkidu, ekmek yiyip yedi bardak bira içtikten sonra medeni bir adam oldu. Tabii uzun insanlık tarihinde ve insanoğlunun yayıldığı geniş coğrafyada bira ve şaraptan bahsederken günümüzden farklı içecekleri de bu terimler altına dahil etmemiz gerekiyor. Çok kaba bir genelleme ile nişastalı besinlerin fermantasyonu sonucu elde edilen içeceklere bira, şekerli besinlerin fermantasyonu sonucu elde edilen içeceklere ise şarap adı verilir. İnsanlığın uzun hikâyesini incelerken “sadece üzümden yapılan şaraba şarap denilebilir” argümanlarını ya da “pirinç şarabı” gibi istisnaları not ettikten sonra bir kenara bırakmak gerekiyor.
Yaşam ve uygarlık için vazgeçilmez olan su, yukarıda belirtilen dezavantajları ile halen bir içecektir. Alkollü içecekler ise sadece su içmeye göre bazı avantajlara sahiptir. Fermantasyon sonucunda üretilen alkol, asit ve karbondioksit; içecekleri antiseptik olmasa da en azından aseptik yapar. İçecekler onları mikropları öldürmek için kullanabileceğimiz kadar güçlü değilse, en azından mikropsuz sıvılardır. İşte tam da bu nedenle, temiz içme suyu tesisatlarımızın olduğu modern zamanlara kadar birçok hekim su yerine bira veya şarap içilmesini tavsiye ederdi. Su ile değil şarap ile yıkanan yaraların daha başarılı olduğu da Antik Çağ’a ait bilgilerdendir. İnsanlar artık mikropları bilmeseler de tecrübe sayesinde neyin temiz neyin kirli olduğunu ayırt edebildiler.
Elbette şarabın susuzluğu giderici gücü suyunki kadar güçlü değildir. Aslında tek başına içilen şarabın özellikle içeriğindeki alkolün idrar söktürücü etkisinden dolayı susuzluğa neden olduğu bir gerçektir. Ancak belirtmek gerekir ki, eski insanlar genellikle alkol içeriği yüksek şaraplar üretmezlerdi (eski biralar da bozaya biraz yakın olmalıdır). Ayrıca kadehi her zaman dudaklarında tutan Eski Helenler ve Romalıların şarabı seyrelterek içtiklerini de unutmamak gerekir. Bugün, şarabın idrar söktürücü etkisinin üstesinden gelmek için suyun şaraba yaklaşık teğet oranı yeterlidir. Şarabı seyrelterek içmek de sabahları içmeye başlayan kadim kişinin gününü sızdırmadan tamamlamasına yardımcı olur. Ayrıca içme suyuna eklenen şarap sayesinde o su daha saf hale gelir.
Diğer bir avantajı ise şarap ve biranın o dönemin birçok yiyeceğinden daha kalorili ve daha besleyici olmasının yanı sıra sudan daha “temiz” içecekler olmasıdır. Ayrıca bira yapımında kullanılan tahılların uzun süre saklanması mümkün olsa da eski çağlar için büyük bir güç kaynağı olan şekerli ve sulu meyvelerin uzun süre bozulmadan saklanması oldukça zordur. Modern teknikler geliştirilmeden önce, meyveleri kurutmak veya şaraba dönüştürmek en sık kullanılan yöntemlerdi. Ama şu da bir gerçektir ki, şarap yerine sadece kuru yemişler yersek, yine de bir içkiye ihtiyaç duyacağız ve başlangıca döneceğiz. Yani şarap başlı başına bir analiz olmuştur.
Şarap ve bira gibi temiz haliyle susuzluğu giderebilen, besleyici ve enerji verici, depolanabilen içeceklerin eski uygarlıklar için vazgeçilmez eserler olması çok doğaldır. Ancak bu eserler, çağdaş zihnimizde diğer tüm özellikleri bastıran başka bir özelliğe sahiptir. Alkol, günümüzde en yaygın kullanılan psikoaktif maddelerden biridir. İnsanların algılarını, bilinçlerini, duygularını değiştirme özelliği bulunan alkol; eski insanları güçlü bir şekilde etkilemiş olmalı. Alkolün toplumsal bir işlevi vardır. Bu nedenle şarap bir sosyalleşme aracı olarak da kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir. Ancak insanoğlu, dünyevi toplumsal işlevlerin yanı sıra psikoaktif konulara daha “ruhsal” işlevler de yüklemiştir. İnsanlık uzun tarihi boyunca her fırsatta fikir değiştirmeye ve dünya algısını çeşitlendirmeye çalışmıştır. Uyarıcılara, ilaçlara ve halüsinojenik elementlere erişmek için sayısız bitki, mantar ve hayvanın çeşitli kullanımlarını buldu (ayrıca danstan oruca kadar farklı yöntemler kullandı). Bu sayede maddi dünyadan çok farklı bir dünya görmüş oldu. Bu garip algılar ve olağanüstü deneyimler, birçok inanca, ritüele ve dine yön vermiştir. Makul psikoaktif unsurlar bazı dinlerde kutsal kabul edilirken, bazı dinlerde makul psikoaktif unsurlara özel yasakların getirilmesi aslında bu unsurların insanlık üzerindeki derin etkisini göstermektedir.
İçecekler, hem yiyecek hem de psikoaktif unsurlar olarak biyolojik, ruhsal ve sosyal işlevlere hizmet etmiştir. Buna ek olarak, ağrıyı hafifletmek, sindirime yardımcı olmak gibi bazı tıbbi işlevleri de vardır (elbette sağlık açısından tehlikeleri vardır) ve yakın zamanda öğrendiğimiz gibi, makul miktarda şarap kardiyovasküler sistem için faydalıdır. .. takas ve ticaret aracı. Sonuç olarak, insanlık hayatta kalmak ve bugüne kadar ayakta kalan toplum yapılarını inşa etmek için büyük ölçüde alkole ve diğer psikoaktif maddelere güvenmiştir.
ŞARAP TARİHİ
Arkeologlar – ve arkeoloji haberleriyle ilgilenenler – nedense “the”leri merak ediyorlar. Favorileri “en yaşlı” dır. Bu yüzden baştan söylemekte fayda var: Hangi bira ve şarabın en eski olduğunu asla tam olarak bilemeyeceğiz. Bununla birlikte, fermente edilmiş meyveler aslında doğada bulunduğundan ve doğrudan şekerin fermantasyonu nişastanın fermantasyonundan daha kolay bir süreç olduğundan, şarabın en eski içecek olduğu tezi daha makul görünmektedir. Kuşkusuz, çağdaş standartların çok gerisinde kalan bu ilk “şarap”, üzüm ya da baldan başka bir meyveden üretilmiş olabilir. Aslında bu şarap, insan müdahalesi olmadan fermente edilmiş meyvelerden yapılmış olmalıdır. Antik insanın tatlı ve besleyici meyveyi sırf bir kısmı fermente olduğu için bir kenara itmiş olması pek olası değil. Elbette insanlar iştahlarını karbonhidratlara değil sadece şekere yönelttiler. Daha sözde tarım devrimi aşılmadan ve buğday tarlaları ufka ulaşmadan önce nişasta yönünden zengin yiyecekler yediğimiz biliniyor. Nişastalı kökler, yabani tahıllar ve yabani baklagiller; Tarım devriminden çok önce beslenmemizde yeri vardı. Dolayısıyla tarım devriminden ve yerleşik hayata geçişten önce nişastayı fermente edip biranın atalarını üretmiş olmamız mümkündür. Bu geçiş aşamasından bahsetmişken: Göbeklitepe’deki büyük taş fıçıların/havuzların içindeki kalsiyum oksalat kalıntıları bira üretiminin kanıtı olarak yorumlanıyor. Yani “dünyanın en eski tapınağı” tam olarak “dünyanın en eski barı” olmalıdır. (Fırsatı değerlendirerek çok kişisel bir görüş paylaşıldı: Keşke “en eski” takıntımızı ve “tarihi yeniden yazma” merakımızı bir kenara bırakıp rekabet etmeden bilimsel bilgi üretebilsek.) Biranın ataları hakkındaki bilgimiz artıyor. Ancak mayalı ekmek üretimi ile bira üretiminin iki kardeş olduğunu ve annelerinin muhtemelen tahıl lapası olduğunu uzun zamandır kesin olarak biliyoruz. Hatta ekmeğin başlangıçta bira için hammadde olarak üretildiğine dair görüşler bile var. Ama yine de, avcı-toplayıcıların daha kolay -ve muhtemelen daha önce- buldukları içeceğin, doğal olarak fermente edilmiş meyvelerden oluşan şarap olması gerektiğini vurgulamama izin verin. Yani mağara sanatı içeren dünyanın gerçek “en eski tapınakları” sayılabilecek mağaralarda şarap içilmiş olma ihtimali var. Ne olursa olsun şunu söyleyebiliriz: hem şarap hem de bira eski geleneklerdir. Ancak şarabın biraz daha eski olduğu söyleniyor.
ŞARAP ARKEOLOJİK DELİLLERİ
Şarabın tarihinin çok eski olduğu söylenebilse de arkeolojik kanıtları görece yenidir. Daha yakın zamanlar derken son binlerce yıldan bahsediyoruz. Ancak insan ve ataları yüzbinlerce (milyonlarca!) yıl avcı-toplayıcı olarak yaşamışlardır ve insanın geçmişi söz konusu ise üç veya beş bin yıl bir kelime değildir, hatta beş on bin yıl bile geçmiştir. aslında “sadece dün”. İnsanların ataları ve uzun bir tarihi olduğu gibi, diğer canlıların da ataları ve geçmişleri vardır. Şarabın en ünlü hammaddesi olan ve bir kısmı halen yaşayan üzümün (asma) atası Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’da yayılmıştır. Oradan geçen avcı-toplayıcılar üzümleri koparıp ağızlarına götürmemiş olmalılar. Sizin de iddia edebileceğiniz gibi o dönemde insanların üzüm ve özellikle üzümden yapılan şarapları yediklerine dair kanıtlar elde etmek kolay değil. Ancak yerleşik hayata geçişle birlikte insanların yaşam alanlarında üzüm kalıntıları görülmeye başlandı. Çoğunlukla üzüm çekirdeği… Bu “en eski” üzüm kalıntılarının, ekilmemiş (yani henüz yabani) asmalarla ilgili olduğu vurgulanmalıdır. Asmanın ekiminin (tarımının) en az 8 bin-7 bin yıl önce Güney Kafkasya’da, Gürcistan civarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Daha sonra çevrede bağcılık yaygınlaştı.
Çekirdeklerini bulduğumuz her yabani üzüm ya da kültür üzümü şaraba dönüştürülmemiş olabilir. Ancak fermantasyon üzümdeki besin maddelerini ve enerjiyi uzun süre muhafaza etmek için en etkili yöntemlerden biridir. Kavanozların tabanındaki toplu üzüm çekirdekleri gibi üzümlerin tarihöncesi yerlerde saklandığına dair buluntular nedeniyle şarabın burada üretildiğinin bir işareti olarak kabul edilir. Damarların dibinde biriken tartarik asit ve potasyum bitartrat gibi şarabın daha belirgin kanıtları da vardır. Ancak şarap üretimi hakkında yorum yapılırken miyop olmamak için üzüm dışında meyve ve baldan şarap yapılmış olabileceği, üzüm dışında tartarik asit içeren meyvelerin de olduğu unutulmamalıdır.
Avrasya’nın bu bölgesinde yaklaşık 12.000 yıl önce şarabın yabani üzümlerden üretildiğine dair kanıtlarımız var. Daha önceki dönemlerde şarabın üretildiği kanıtlanamamıştır. Diyarbakır’daki Körtiktepe, ortalama 12 bin yıl önce insanların yaşadığı Çanak Çömleksiz Neolitik döneme ait bir yerleşim yeri. Körtiktepe’de çok sayıda bulunan ve kırıkları ayinlerde de kullanılan güzel bezemeli taş kaplardan ikisinin içinde muhtemelen yabani üzümlerden yapılmış şarap kalıntıları bulunmaktadır. Asmanın muhtemelen ilk yetiştirildiği yer olan Gürcistan’da, yaklaşık 8.000 yıl öncesine ait üzüm kabartmaları olan kaplarda şarap izleri bulundu. Bu buluntuların Gürcistan’daki tarihi de asmanın yetiştirildiği tarihle örtüşüyor. Gürcistan’ın bulunduğu Güney Kafkasya’ya komşu Kuzeybatı İran’daki Hacı Firuz Tepe’de 7400-7000 yıl öncesine ait şarap kanıtları ve günümüzün 350 km güneydoğusundaki Godin Tepe’de yaklaşık 5500 yıl öncesine ait şarap kanıtları var. Yine Güney Kafkasya’da Ermenistan’da keşfedilen 6000 yıllık bir şarap atölyesi, bugüne kadar bulduğumuz en eski şaraphane.
Şarap, birçok çağda ve yerde bağımsız olarak yeniden keşfedilmiş olmalıdır. Şu anda Çin’de bilinen en eski likörlerden birinin kanıtı Doğu Avrasya’da bulundu. Henan Eyaletinde bulunan 9000 yıl öncesine ait bir kabın duvarında pirinç, bal ve meyve ile karıştırılmış bir içeceğin kalıntıları görülüyor. Kullanılan meyve büyük olasılıkla alıç, muhtemelen üzüm veya her ikisiydi. Bu içeceğin üretiminde hem nişasta (pirinç) hem de doğrudan meyve ve baldaki şekerin fermente edildiği görülmektedir. Yani bir anlamda bira ve şarap karışımı olan bir içecektir.
SARAYLARDAN MEBARA
Uygarlığın başlangıcında uygarlığın can damarı olan, depolanabilir değerli bir besin maddesi ve aklı etkileyen bir madde olan şarabın canlandırdığı öykünün devamında oynanan sahnelerden bazılarını şöyle sıralayalım: özel kapları ve ritüelleri ile şarapla ilgili kültür”. Şarap testileri saraylardan fakir evlerine ve mezarlara yayıldı. Ellerinde kadehleri ve salkımları olan tanrılar. Eski ritüeller. İlde şarap sanatı, asma yaprağı ve üzüm salkımıdır. Şarabın Akdeniz’de stratejik bir denizaşırı ticaret metasına dönüşmesi. Karadeniz’e, Ukrayna kurganlarına, İngiltere’ye, Hindistan’a ulaşan antik şarap amforaları. 2000 yıl öncesinin kitaplarında bağcılık ve şarapçılık dersleri en ince ayrıntısına kadar işleniyor. İsa’nın kanı, İslam’ın yasağı. Manastır mahzenleri. Arap ve Avrupalı simyacıların imbiklerinden damlayan alkol damlaları. Okyanusların yayılmacılığında şaraptan alınan “yanmış şarap” brendi – ve ardından rom – damıtıldıktan ve konsantre edildikten sonra fıçılara yüklendi. Atlantik’te şeker, alkol ve köle ticareti. Yeni Dünya’dan gelen ve Avrupa şarap yapımını neredeyse yok edecek olan asma kurduna karşı Yeni Dünya asmaları yine yardıma koşuyor. Sanayileşmenin ayık işçi sınıfına olan ihtiyacının bir sonucu olarak alkolün ve çay-kahve molalarının kınanması.
Onu bugün tanıdığımız adam yapan, insanın yemekle olan bağıdır. Başta şarap olmak üzere alkollü içecekler, insanlığın günümüze ulaşmasını ve medeniyetler kurmasını sağlayan değerli unsurlar arasında yer almaktadır. Kısacası insanın hikâyesini anlamak için içkilerin hikâyesini biraz bilmek gerekir. Şarapçı atalarımızın kurduğu medeniyetimizde üzümlerin bizi ezmediği günleri yaşamak dileğiyle…
*Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü